BU İŞLERİN SONU NEREYE VARACAK HALİMİZ NİCE OLACAK DİYE SORANLARA ÜSTADIMIZ CEVAP VERİYOR

Bediüzzamanın talebelerinden Ahmed Husrev Ağabey, Bediuzzaman’ın bir dersinde, İslamiyet’ in hakim-i mutlak ve muzaffer olacağına dair müjdelerden bahsederken bir soru sorar.
ÜSTAD’ IM! EĞER ZAHİRE BAKAR İSEK ÇOK ZOR, ACABA NASIL OLACAK?

Üstad: Bak kardeşim; düşün ki gözümüzün önünde gayet düz bir sahra var,o sahranın ortasında bir tek ağaç var,o ağacın dallarından birisine bir tüy veya bir kıl takılmış, rüzgar o kadar kuvvetli esiyor ki o tüy kendi iradesiyle ‘Ben bu rüzgarın şiddetinden hiç kıpırdamadan duracağım!’dese hükmü nedir,durabilir mi?..Cenab-ı Hakk’ın irade-i külliyesi karşısında arz üzerinde dört milyardan (O Zamanki Dünya Nüfusu)fazla insanın irade-i cüz’iyelerinin o tüy parçası kadar dahi hükmü yoktur.

Cenab-ı Hak isterse ve hikmeti iktiza ederse bir an Rahmet nazarı ile baksa o dört milyar insanın hepsi birer adüvv ü kafir olsalar bile o rahmet nazarıyla baktığı an o insanların hepsi imanın en kamil derecesine çıkabilir…
Kardeşlerim! Müteessir olmayın! İslamiyet yeryüzüne hakim olacak. İslamiyet dünyaya hakim olmadıkca kıyamet kopmayacak! 
İslamiyet son meyvesini verecek! Öyle bir İslamiyet gelecek ki bütün dünya kıtalar halinde İslammiyet’e dahil olacak.Öyle bolluk olacak ki, kimsenin geçim sıkıntısı olmayacak. Bir zengin zekatını verecek fakir bulamadığı için parasını devlete verecek, dünyanın diğer bölgelerindeki insanlara gönderecek. İslamiyet hakim olduğu zaman Cenab-ı Hak yer altındaki ve yer üstündeki hazineleri o insanların emrine verecektir. Böyle bir gün gelecek, hiç merak etmeyin! İnsanların ümidini kestiği zamanda bunlar olacak…
Allahü Teala Hazretleri, tek bir kişi de olsa, vaadini muhakkak yerine getirecektir.
SADAKTE VE BİLHAKKI NATAKTE AZİZ ÜSTADIM…
RABBİM NE OLUR TEZ EYLE…

Hüsnüzan Etmek Basiretli Olmaya Mani Değil ki

Bir düsturumuz vardı:

“Hüsnü-zan ademi itimad…” Her ne kadar Bediüzzamana isnad edilse de bu söz Risale-i Nurlarda yoktur.Fakat Zübeyir Gündüzalp ağabeyin kullandığı ve dilimize pelesenk olmuş olan bir cümledir. Zübeyir Ağabey de muhakkak Bediüzzamandan ilham alarak kurmuştur bu cümleyi. 

Şimdi durduk yerde bu düsturu ne diye hatıra getirdin.Çıkar dilinin aklındaki baklayı mı diyorsunuz. Üstadımızın münazarattaki bir ikazını iktibas etmeden evvel izah edeyim.

  Malumunuz sosyal medya bir gerçeğimiz oldu.Televizyonların ,gazetelerin üç yüz maymunu oynadığı hakikatşinas bir kalemin,bir feryadın mumla arandığı bir devirde vpn ile de olsa özgürce sesimizi soluğumuzu haykırdığımız bir mecra…

Tarihin görmediği bir zulüm dönemini yaşıyoruz.Babalarına olan kin ve nefretler bebeklerden, kadınlardan çıkarılıyor. Her gün yürek burkan hadiselere şahit oluyoruz. Hakikatbin bir ses arıyor insan tabiatı. Gelgelelim bu doğal arayışı suistimal eden, şeytana bile şapka çıkartacak; yalanı, hileyi ibadet sayan bir zümre ile karşı karşıyayız. 

Herkesin size küfrettiği bir dönemde size yakın bir ses duydunuz mu hemen kalbinizi yüreğinizi açıyorsunuz.Ki açmalıyız da .Zira bize verilen terbiye bu. Pırlanta Eserlerde ne deniyor: ”

hizmet adına her ses ve soluğu zikir ve tespih, her ferdi mübeccel ve aziz bilip, muvaffakiyetlerinden ötürü alkışlayacağı kimseleri de, putlaştırmayacak kadar Rabb’in iradesine inanmış ve dengeli..” 

Evet tabiki hizmete herkesin sırt döndüğü bir dönemde bizim sesimiz soluğumuz olan insanları aziz bileceğiz ama az önce iktibas ettiğim düsturun son kısmını da ihmal etmeyeceğiz.Ve maalesef çoğu zaman o dengede zaaflar yaşıyor bize gülücük veren herkese her şeyimizi açıyoruz. Biraz daha açayım. Evimizin kapısını herkese açalım ama evde herkesin ağırlanacağı bir yer vardır. Samimiyete ve yakınlığa göre.Kimine kapı önünde tebessüm eder, merhaba deriz.Kimine salonumuza buyur eder su ikram ederiz. Kimine oturma odamızda çay ikram eder soframıza buyur ederiz.Ama yatak odası mahremiyeti vardır ki oraya evin çocuğu bile kapıya vurmadan giremez. 

 Yılana rahmet okutturan bir güruhtan söz ediyoruz. Yenimahallede oturan ya da oradan yemlenen sosyal medyada abiniz ablanız gibi yazan hatta özel DM lerle gruplar da abicilik yapıp sazan peşinde dolaşanlara karşı basiretli olmak gerekir.
Münazaratta Bediüzzaman bu hususla alâkalı: “Hiçbir müfsid (bozguncu, fesat), ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”

“Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder.”


Evet, güven esastır, ama, mihenge vurmak, delil ve sonuca bakmak bu esasın olmazsa olmaz şartıdır. Herkes için hüsn-ü zan etmek, iyi düşünmek, olumlu bakmak durumundayız.
Ancak, insan bu, çiğ süt emmiştir, beşerdir, şaşar. Öyle ise, hüsn-ü zan etmekle beraber, iş, sistem neyi gerektiriyorsa onu yapmaktır. Bunu şöyle örneklendirebiliriz: Müslümanlara hüsn-ü zan ederiz. Ama, kontrol de etmeliyiz. Müslümanlara güveniriz, ama, evlilik akti, nikâh antlaşması yapmalıyız. 
Kur’ân, hüsn-ü zan etmemizi isterken, sosyal, ticarî ve sair bütün meselelerde “yazışmamızı ve şahit” tutmamızı ister. İşte bu “adem-i itimat”tır. 
 Bazen arkadaşlar şöyle diyorlar. Ama falanca sosyal medya hesabını falanca hürmetkar kişi retweet etti demek ki muteber biri…Hayır, katiyyen bu mesned olmanalı bize.Zira son beş yıldır nice kametu bâlâların çöp kadar tıynete haiz olmadığına şahit olduk. 

Yazımızı Aşık Ruhsati’nin şiiri ile bitirelim.

Bir vakte erdi ki bizim günümüz 

Yiğit belli değil mert belli değil 

Herkes yarasına derman arıyor 
Deva belli değil dert belli değil

Fark eyledik âhir vaktin bittiğin 
Merhamet çekilip göğe gittiğin 
Gücü yeten soyar gücü yettiğin 
Papak belli değil börk belli değil

Adalet kalmadı hep zulüm doldu 
Geçti şu baharın gülleri soldu 
Dünyanın gidişi acaip oldu
Koyun belli değil kurt belli değil.

Başım ayık değil kederden yastan 
Ah ettikçe duman çıkıyor festen 
Harabe yüz tuttu bezmi gülistan 
Yayla belli değil yurt belli değil

Çarh bozulmuş dünya islâh olmuyor
Ehli fukaranın yüzü gülmüyor
Ruhsati de dediğini bilmiyor
Yazı belli değil hat belli değil.

@yberkgunduzalp

Haddini Bil! Kibirli Fare

Küçük bir fâre kocaman bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden:

“– Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim!” diye böbürleniyordu.

Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, mânidâr bir şekilde:

“– Ey dağda, ovada bana arkadaş­lık eden! Neden durakladın? Neden böyle şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kal­mak, sana yaraşır mı?” dedi.

Mahcûp düşen fâre, kekeleyerek şöyle cevap verdi:

“–Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.”

Deve suyun içine girip:

“– Ey kör fâre! Su diz boyu imiş, korkmana gerek yok!” dedi.

Fâre çaresiz ve mahcûp itirafına devam etti:

“–Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benimki gibi yüz tane dizi üst üste koysak, ancak senin bir dizin eder.”

Bunun üzerine akıllı deve, fâreye şu nasîhatte bulundu:

“–Öyleyse, gurur ve kibire aldanıp bir daha terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Sana olan hoş görüş ve müsâmahama kapılıp şımarma; çünkü Allâh, şımaranları sevmez!..

Var git; sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş!”

Artık, iyiden iyiye gerçeği anlayıp utanmış bulunan fâre:

“–Tevbe ettim, pişman oldum. Allâh için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir!” diye yalvardı.

Böylece deve, yine merhamet edip ona acıdı da:

“– Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Zîrâ vazîfem, senin gibi yüz binlerce âcize hizmetten ibarettir.” dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi.

KISSADAN HİSSE

Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’de anlattığı bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolüdür. Deve ise sabırlı, tecrübeli, hünerli ve kâmil bir insanın remzidir.

Hazret-i Mevlânâ’nın bu kıssayı nakletmekten murâdı da, ondan nice ibretli düşünce, fikir ve hisseler aksettirmektir. Cümlelerinin her birini bir irfan deryâsı hâlinde söyleyen Hazret-i Pîr, buradan çıkarılması gereken nükteleri de yine kendisi şöyle ifade buyurur:

“İblis, önceleri melekler arasında büyük tanınmış, kendini üstün görmeye alışmıştı. Bu alışkanlığı yüzünden şımardı ve Allâh’ın emrinin azamet ve haşmetinin farkına varmadı; Âdem -aleyhisselâm-’ı hakîr, aşağı gördü. Böylece aşağıların aşağısı bir âkıbete dûçâr oldu…”

“Bil ki, bakır, altın olmadıkça bakırlığını bilmez. Gönül de mânevî kıvâma ulaşmadıkça hatalarını görmez, süflîliğini anlamaz. Ey gönül! Nefsin kibir ve gurur çukurundan kurtul da sen de bakır gibi iksîre hizmet edip bir altın hâline gel! Gönülleri kuşatan sevgiliye hizmet et!..”

“Bu sevgililer, gönül sahibi olanlardır. Gece ile gündüz birbirinden nasıl çekinir ve ayrılırsa, onlar da dünyadan öyle çekinir, öyle kaçıp dururlar…”